İnsanları rakamlardan daha az önemseyen her şirket, kendi çöküşünü hızlandırır. Çünkü rakamlar sizi büyütür ama insanlar yaşatır.
Bir zamanlar, rakamların ve tabloların yönettiği bir krallık vardı. Bu krallıkta yöneticiler, yükselen grafiklere hayranlıkla bakar, kârlılık eğrilerini tapınak duvarlarına kazırdı. Her şey verimlilik üzerine kurulmuştu. Daha az insan, daha fazla iş. Daha az duygu, daha çok veri. Ve tam her şeyin yolunda gittiğini sandıkları anda, çarklar durdu. Tablolardaki sayılar soldu, binaların içi sessizleşti. Krallık sarsıldı, çünkü yönetenler büyümeyi yanlış yerlerde arıyordu.
O gün biri çıktı ve dedi ki: “Siz rakamları büyüttünüz, ama insanı küçülttünüz. Oysa bir şirket, insanın ruhu olmadan ayakta kalamaz.”
Bugün de dünya farklı değil. İş dünyası, rakamların ve algoritmaların rüzgarına kapılmış durumda. Strateji adı altında soğuk cümleler kuruyoruz: Verimlilik artmalı, maliyetler düşmeli, kâr yükselmeli. Ama en önemli soruyu sormuyoruz: Bütün bunları kim gerçekleştirecek? İnsan.
İnsan, bir makinenin dişlisi değildir. Bir düğmeye basınca harekete geçmez. İlham almadan üretmez, anlam bulmadan büyümez. Ama yöneticiler, çoğu zaman binaların duvarlarını boyar, fakat o duvarların arasında sıkışıp kalan insanların solgun yüzlerini görmezler. Parlak tabelalar, şık toplantı odaları ve dijital gösterge panoları içinde, gözlerindeki ışığı kaybeden çalışanlar vardır. Yanlış insana yatırım yaparak, gerçekten değer katanları küstürürler. Sonra da şaşkınlıkla sorarlar: “Neden kimse eski heyecanıyla çalışmıyor?”
Çünkü insanlar sadece hayatta kalmak için değil, anlam bulmak için çalışır. Çalıştıkları yer ne kadar anlam katıyorsa, onlar da oraya o kadar anlam katar. Ama kimse kendisini yok sayan bir duvarın gölgesinde yeşeremez. Yetkiyi aşağıya bırakmadan, asıl insanla temas edenlerin ellerini kilitleyerek yukarıdan emir yağdıranlar, farkında olmadan kendi çöküşlerinin temelini atarlar.
Bazen bir geminin kaptanını seçerler ama ona dümeni vermezler. Denizin nasıl koktuğunu bilmeyenler, haritalara bakarak fırtınalardan kaçabileceklerini sanır. Şirketi ileri taşıyacak zihinler, büyük cam odaların içinde, yetkisiz ve sesleri kısılmış halde oturur. Kararlar, güvertede değil; rüzgârı hissetmemiş, dalgaların sesini duymamış, tayfanın yüzündeki yorgunluğu görmemiş eller tarafından alınır. Böylece işler, uzaktan kumandalı bir kukla gibi yönetilir, ama ruhsuz bir iskelet gibi çürümeye mahkûm olur. Başarı, yukarıdan bakanların değil, insanın içinde olduğu sistemleri yönetenlerin elinde büyür.
Gerçek liderlik, yukarıdan bakarak hükmetmek değil, yere inerek dinlemektir. Ama bazı yöneticiler yetkiyi paylaşmaz, yalnızca kendi yankılarını duymak ister. Yetkiyi devretmedikçe, altlarındaki dünya donar. En parlak fikirler, yetkisiz ellerde küle döner. En büyük motivasyonlar, görülmeyen emeklerin gölgesinde erir.
Bir şirkette çalışanlar sadece hayatta kalıyorsa, o şirket çoktan ölmüştür. Rakamlar bunu gizleyebilir, tabelalar bunu örtbas edebilir ama ruhu kaybolmuş bir organizasyon, sadece zamanın insafına kalmıştır.
Gerçek şu: İnsanını unutan her şirket, sadece bir enkazın üzerinde yükselmeye çalışır.
Yöneticiler bir bahçıvan gibi olmalıdır; sadece toprağı değil, hangi tohumun neye ihtiyacı olduğunu da bilmelidirler. Bir şirket, rakamlarla büyütülür ama ruhuyla yaşatılır.
Şimdi kendinize şu soruyu sorun: Şirketinizde insanlar gerçekten yaşıyor mu, yoksa yalnızca var mı?
Eğer cevabınız ikincisiyse, saat çoktan işlemeye başladı. Değişimi başlatmak için daha ne bekliyorsunuz?